Almanya’da mimarlık eğitimini büyük zorluklarla tamamlamayı başarmış genç mimar Turhan Tuna’nın ülkesine döndükten sonra Edirne’yi yeniden inşa etmek gibi bir ideali vardır. Batı’yı yakından tanıması ve çok iyi bilmesi Turhan’ın yurduna olan sevgisinden bir şey kaybettirmez. Yurdunun zayıflıklarını dahi Batı’ya tercih eder.
Kitap İncelemesiCiğerdelen | Safiye Erol’dan Tesirli Bir Roman
Nesrin Karakaya
Tıpkı insanlar gibi her kitabın da bir kaderi olduğu fikrine inananlardanım. Bundan dolayı kitapları aldıktan sonra hemen okumak yerine onlara ve kendime zaman veririm. Çünkü her kitabın, insanın her dönemi için uygun olmadığını bilirim. Beklerim. Kitabın beni çağırmasıdır beklediğim. “Nasıl olacakmış o?” diye sormayın. Oluyor işte. Önce kütüphanede uzunca bir süre bakışıyorum onla. Bazen kapağına dokunuyorum bir iki sayfa çeviriyorum. Sonra yine yerine… Bütün bu okuyayazışlardan sonra olan şey hep aynı. Kitap aniden aklıma düşüyor –ki ben bunu kitabın beni çağırması olarak yorumluyorum- Sonrası malum. Yerimden ani bir fırlayış yerini çok iyi bildiğim halde kitaba hemen kavuşmak yerine ellerimi diğer kitapların üzerinde telaşlı bir gezdiriş, aradığını buluş, kitabın kapağına kaçamak bir bakış. Bir hışımla yerinden alınan kitabın daha şaşkınlığı geçmeden okunması ve sonuç: Mükemmel!
İşte Ciğerdelen’de bu uzun okuyazışlarıma maruz kaldıktan sonra okundu.
Yazarın okuduğum ilk romanı olduğu için romana başlamadan Safiye Erol ile ilgili küçük bir araştırma yapınca yazarın yaşadığı dönemde pek tanınmamış olduğunu görüyorum. Ancak öldükten sonra hak ettiği üne kavuşmuş eserleri. Kitabın yayınevi de (Kubbealtı yayınevi en sevdiklerimden) buna istinaden yaşarken Erol’un hakkını veren ayrıca yakın dostu olan Samiha Ayverdi’nin Erol hakkındaki yazılarını Erol’un kitaplarının başlangıcına koymayı uygun bularak çok hoş bir şeye imza atmış. Bu sayede Samiha Ayverdi’nin “İkbal Hanım” başlıklı yazısını okuyarak kitaba başlıyorum. Bu hissi nasıl tarif etsem… Uzun zamandır görmediğin ama çok sevdiğin bir dostun aniden karşına çıkması gibi bir şey! İşte daha kitabı okumadan Erol’u sevmem için bir neden.
Roman çerçeve bir aşk hikayesi ile buna bağlı iç hikayelerden oluşuyor yani iki katmanlı bir romanla karşı karşıyayız. Romanın çerçevesini Turhan Tuna’nın ağzından Canzgüzel’e namıdiğer Canzi’ye duyduğu aşk oluşturuyor. İç hikayeler ise Canzi’nin Turhan’a müşterek soyları Sarı Sipahiler hakkında anlattığı üç hikayeden meydana geliyor. Bundan dolayı da romanda iki zaman söz konusu. Turhan ve Canzi’nin aşklarının anlatıldığı bölüm o zamanın şimdisi 1940 ‘lı yıllar. İç hikayelerde ise Osmanlı Devleti’nin yükselme yılları anlatılıyor. Romanın tarihsel boyutunu oluşturan ve romana ismini veren bölüm de burası.
Almanya’da mimarlık eğitimini büyük zorluklarla tamamlamayı başarmış genç mimar Turhan Tuna’nın ülkesine döndükten sonra Edirne’yi yeniden inşa etmek gibi bir ideali vardır. Batı’yı yakından tanıması ve çok iyi bilmesi Turhan’ın yurduna olan sevgisinden bir şey kaybettirmez. Yurdunun zayıflıklarını dahi Batı’ya tercih eder.
Bu sevgi ve derin bağlılık ile Turhan köklerini araştırmaya koyulur. Ataları Sarı Sipahiler hakkında öylesine derin bir araştırmaya girişir ki cevabını bulamadığı soruları rüyalarında dedesiyle konuşarak çözer. Bu bölümleri okurken Yahya Kemal’in “kökü geçmişe dayanan bir atiyim” sözü aklımdan hiç çıkmadı. Çünkü Turhan yaşantısıyla günümüz şartlarına ayak uydurmuş biridir. İngiliz usulünde yapılan davetlerden geri kalmaz. Canzi’yle de tanışması böyle bir davette gerçekleşir. Cangüzel’e namıdiğer Canzi’ye ilk görüşte aşık olur ve ona kendisinin de anlamlandırmadığı derin bir bağ ile bağlanır. Bu hisleri anlamlandırması uzun sürmez. Canzi’yle tanıştıktan sonra tıpkı kendisi gibi Canzi’nin de soyunun Sarı Sipahiler’e dayandığını öğrenir çünkü.
“İklimim benim. Tevekkeli değil”
Turhan gibi Canzi’de tarihine bağlı milliyetçi ve vatanperver biridir. Tanıştıktan sonra hemen her gün görüşmeye başlarlar. Ataları hakkında derin sohbetlere girerler. Canzi’yi daha da yakından tanıyan Turhan ona tutkulu bir şekilde aşıktır artık.
Ancak çok geçmeden bu aşk onun canını yakan Turhan’ı çeşitli saplantılara ve kıskançlığa düşüren bir hal alır. Canzi’nin yaptığı her şey onu şüpheye düşürür. Turhan’ın bu dengesiz ve kaba davranışları yüzünden incinen Canzi’yle araları bozulur. Buluştukları bir gün Turhan’a onun bu hastalıklı davranışlarına karşılık kendini daha iyi ifade edebilmek ortak ataları olan Sarı Sipahi’ler hakkında yazdığı üç hikayeyi verir.
Romanın iç hikayesini oluşturan bu bölümlerde Ciğerdelen’le karşılaşıyoruz. Kendimizi bir anda Osmanlı zamanında Macaristan’da Ciğerdelen Kalesi’nde buluyoruz.
Ciğerdelen, Macaristan’da Estergon Kalesi’nin karşısında Tuna Nehri’nin sol kıyısında bulunan bir palanga. Bu palanga Osmanlı tarihinde önemli stratejik bir nokta teşkil ediyor. Özellikle Macaristan’daki Türk hakimiyeti açısından önemli savaşlara sahne oluyor. Öyle ki Silahtar tarihinde “Düşman Ciğerdelen altına gelip dört tarafından ateşe verdi” diye anlatılan bu yenilgi Estergon Kalesi’nin de düşmesine sebep oluyor. Ciğerdelen, Osmanlı için nasıl önemli bir noktada ise romanı anlamak için de kritik bir nokta olma özelliğini aynı şekilde sürdürüyor.
Canzi’nin yazdığı üç hikaye “Sarı Sipahiler”, “Yedi Peçeliler”, “Ciğerdelen Efsanesi” başlıklarından oluşuyor.
İlk hikayede Sarı Sipahi’lerin, Ciğerdelen’i korumak için dededen toruna büyük fedakarlıklarla yaptığı mücadeleleri anlatıyor Canzi Turhan’a. Biz de nasibimiz alıyoruz tabii.
Yedi Peçeliler hikayesinin içinde anlatılan seven ve sevilen üzerine sembol bir hikaye daha var ki en etkilendiğim kısım işte burası. Burada Sinan ve Zühre’nin aşklarına şahit oluyoruz. Kitabı okuyacaklar, burada Zühre’yle acılara doyabilirsiniz. Bu hikayelerde Canzi’nin Sinan’ın davranışları üzerinden Turhan’ a göndermeler yaptığı da açık. Ama Turhan bunu anlıyor mu? Çok sonra… Zaten erkeklerin bir konuyu hemen o anda anladığı nerede görülmüş? Neyse konumuza dönelim. Yedi peçe ile Ciğerdelen Kalesi’nin düşüşü bağlantılı olduğu için biraz daha dikkatli okunması gereken yerlerden.
Ciğerdelen Efsanesi, Canzi’nin Sarı Sipahiler hakkında yazdığı son hikaye. Ciğerdelen Kalesi’nin düşüşünü anlatıyor. Hikaye, Silahtar tarihinden bir alıntı ile sona eriyor. Bu bölümde sizi bir betimleme şöleninin beklediğini önceden söylemeliyim. İşte tam bu bölümde her şeyi boş verin! Bırakın aksın cümleler, yön versin size. Hatta götürsünler sizi gittikleri yerlere. İzin verin!
Kitabın sonlarına doğru “Transformatör” başlıklı bir bölüm daha var ki insana kendini sorgulatan cinsten.
“Ölüm dirim savaşında kaçınılmaz bir yenilgenliğin karşısında kalınca varlığımızın dibindeki kutsal tortuyu cenge sürer, transformatörü işletmeye başlarız.” (S.246)
Turhan Canzi’den ayrı kalınca hastalanıp yatağa düşer. Kendi tabiri ile Kerem’in yolunu tamamlaya tek adım kala onu hayata bağlayan yine kendi soyu olur. Ülkesine döndüğünde Edirne’nin yeniden inşa hayalini gerçekleştirme fikri Turhan’ın transformatörünün işleyişini ifade ediyor. Burada insan kendi transformatörünün ne olduğunu sorguluyor ya da öyle bir şeyin var olup olmadığını…
Turhan ve Canzi aşkı nasıl bir hal alıyor? Canzi yazdığı öykülerle Turhan’a yön veriyor mu? Sonunda kavuşuyorlar mı? Bunlar kitabı okuyacaklar için cevabı kolay sorular. Bu yüzden bu bölümlerden hiç bahsetmiyorum.
Ciğerdelen’in kavuşmak için bir ömür beklenilen bir maşuk olduğunu kabul edersek ona kavuşmak için aşık yedi peçeden de sıyırmalı kendini diye düşünmekten kendimi alamıyorum kitap bittiğinde. Söz konusu yedi peçenin de insandan insana değişebileceği kanaatindeyim.
Kitabı diğer okuyanları bilmem ama okurken gerçekten ciğerimi sızlattı. Özellikle yedi peçeliler hikayesinde ciğeri komple kitaba bıraktım diyebilirim. Ayrıca okuyacaklar için öyle okunması çok kolay bir kitap olmadığını belirtmek isterim. Bunun sebebini kitabın çok katmanlı olmasına bağlıyorum. Böyle katmanlı kitaplarda insanın aklı hep temel hikayede kalıyor, anlatılan ara hikayelerin hakkı tam olarak verilmiyor ve arada kaynıyor. Ancak bu okuyacakları korkutmasın çünkü yazar ana hikaye ve iç hikayeleri öyle güzel bir kurgu bütünlüğü içinde vermiş ki okurun bu ayrımı yapmasına müsaade etmemiş. Bütün bunların yanında kullanılan dilin mükemmelliğinden gerek tasvirlerin etkileyiciliği gerekse duyguların canlılıkla ifade edilişi karşısında anlatılan olayların akışından kopup başa döndüğüm çok oldu. Bazen de bilerek ne mekanı önemsedim ne de zamanla ilgilendim bıraktım kendimi cümlelerin akışına. Ben cümleleri okumaz oldum, cümleler okuyuşuma şekil verdi bir süre sonra.
Eserin bir başka güzelliği çok yönlülüğü. Anlatılan olaylarda tasavvuftan halk edebiyatına, kızıl elma ülküsünden Osmanlı tarihine, her şeyi bulmak mümkün.
Kitaba dair son cümlelerde yine Ciğerdelen’e dönmek istiyorum. Hepimizin bir Ciğerdelen’i var aslında. Ne kadar yakınındayız ne kadar uzağındayız ne kadar hasretindeyiz ne kadar kavuşmasında orası bilinmez. Ne diyeyim, yedi peçe örtmesin ki yüreğimizi görebilelim, hakkını hakkıyla teslim edebilelim Ciğerdelen’imizin…